25 Mayıs 2011 Çarşamba

Labirentler



Labirentler, Ursula K. Le Guin'in Gülün Günlüğü adlı eserinin 8. öyküsü. Boş Sahne bu öyküyü Ümit Altuğ'un çevirisi, Saim Güveloğlu'nun yönetmenliği ve Filiz Bozkuş'un oyunculuğuyla tiyatro sahnesine taşımış. Ben oyunu İTÜ Maçka Kampüsü Tiyatro Salonunda izledim. Oyuna geçmeden önce Boş Sahne'nin kendilerini tanımladıkları metni aynen aktarıyorum:

'Henüz kurulduk. Sahne sanatlarında performans kuramına ilişkin kafa karışıklığı yaşanan bir dönemdeyiz. Biz dramaturgiyi temel alan, yoğun ve ayrıntılı çalışmalar sonucunda ortaya çıkacak gösteriler paylaşmayı amaçlıyoruz. Çekişmelerden uzak, kendi halimizde ve zamanımızın büyük kısmını çalışmaya ayırarak tiyatroya devam etme niyetimiz var. Şimdilik bu yolda bir kaç kişiyiz. Üniversitedeyken üyesi olduğumuz ODTÜ Oyuncuları'nda her türlü zorluğa karşın örgütlü olarak tiyatro yapmanın güzelliklerini deneyimledik. Zaman içerisinde sayımızın artacağını umuyoruz.'



Boş Sahne'yi kendi dilleriyle anlattıktan sonra oyuna geçmek istiyorum. Labirentler; bir yaratık tarafından yakalanıp hapishaneye kapatılan ve labirentlerde çeşitli deneylere maruz kalan başka bir yaratığın kendi ağzından yaşadıklarını anlatmasından ibaret. Öncelikle şunu söylemek isterim ki Filiz Bozkuş'un performansı inanılmaz derecede iyiydi. Tüm seyirciyi tamamen kendisine ve oyunun içine çekmeyi başardı. Filiz Bozkuş'un canlandırdığı yaratık, kendisini yakalayan yaratığa kendi "zekasını" ispatlamaya ve onunla çeşitli şekillerde iletişime geçmeye çalışıyor. "Dört bacağı olan ve kendisinden farklı olarak sadece ağzını hareket ettirerek kendini ifade eden bu yaratığa" ne kadar ulaşmaya çalışsa da başarılı olamıyor. Ağız hareketlerini dikkatlice takip edip, taklit etse de, çok sevdiği dansını yaparak yaratığı etkilemeye çalışsa da bir türlü amacına ulaşamıyor.
Yaratık, böcek, deneyler deyince aklınıza çirkin, dramatik ya da fantastik bir oyun gelmesin. Bana kalırsa oyun oldukça komik ve eğlenceliydi. 40 dakika sürdü ve tek perdeydi.
Son olarak, oyunu da ama özellikle oyuncuyu etkileyici buldum ve Boş Sahne'nin işlerinin takip edilmesi gerektiğini düşünüyorum: www.bossahne.com

13 Mayıs 2011 Cuma

Oğlunuz Erdal



“Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
Unutmamak için, çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz.
Ölü balıklar geçiyor kırışık bir denizin sofrasında
Ve ellerinde fenerleriyle benim arkadaşlarım
Durmadan düşünüyorum, ne kadar çok öldük yaşamak için.”


Onat Kutlar’ın bu dizeleriyle başlıyor ‘Oğlunuz Erdal’ belgeseli. Aslında çok daha önce izlemiş olmam gereken bu belgeseli 5 Mayıs Perşembe günü Kadıköy Halk Evi’nde izledim.

Katlanması zor, hazmedilmesi imkansız bir “cinayet”in kurbanı olan Erdal Eren’i, çocukluk arkadaşlarından, ailesinden ve akrabalarından dinliyoruz. Aslında adımız soyadımız kadar iyi bildiğimiz ‘bilinmeyen bir gücün’ iki dudağının arasından çıkan bir sözle ya da kan damlayan kalemiyle, daha ortasına bile gelmemiş hayatların nasıl solup gittiğini, dudak sıka sıka, öfkeden gözümden yaş gele gele bir kez daha hatırladım. Ülkenin gidişatını ‘kontrol altına’ almak isteyen o gücün; sanki manavdan alışveriş yapıyormuş da manavın hatrı kalmasın diye bir elma alırken, bir de armut almayı ihmal etmediğini anlatırcasına, “bir sağdan bir soldan...” diye kendini ifade edişini duymak tekrar tekrar insanın içinde koca bir isyan koparıyor. Belgesel bu duyguları uyandırmak için ajitasyona, duygu sömürüsüne, abartı cümlelere hatta inanması zor ama yakınlarının gözyaşlarına bile başvurmuyor. Olayın ve o dönemde yaşananların kendisi yeterli zaten. Bunun yanı sıra, belgeselin diğer bir saygı uyandıran kısmıysa, adını hakedercesine, tıpkı bir belgeselin olması gerektiği gibi tarafsız davranması, tüm acılara eşit mesafede durması. Erdal Eren’in silahından çıktığı iddia edilen kurşunla hayatını kaybeden er Zekeriya Önge’ nin yanı sıra, Önge’nin öldürüldüğü günkü eylemin nedeni olan ve polis tarafından işkence çektirilerek öldürülen Sinan Suner’i de ailesi ve arkadaşlarından dinleme imkanı buluyoruz.

Belgeselin sonlarına doğru, Erdal’ın idam anı yaklaştıkça, önce Erdal’ı son görenler arasında olan Savaş Ay’ın anlattıkları ve idama şahit olan avukatının anlattıklarıyla koskocaman bir düğüm oluştu boğazımda. Finalde ise Erdal’ın çekilmiş son fotoğrafı, içimi parçalayan Sezen Aksu’nun sesi ve jenerikte tanıdık isimleri görmemle birlikte kendimi salondan attım. Aklımdan geçen düşünceyse, böylesine vahim bir cinayetin bazı taraflarca oy için kullanılması, sahte gözyaşlarına kurban olmasıydı.

Yapımcılığını Sosyal Araştırmalar Vakfı’nın üstlendiği, Tunç Erenkuş’un yönettiği Oğlunuz Erdal ile ilgili detaylı bilgi edinmek ve gösterim tarihlerini takip etmek için www.oglunuzerdal.org adresini ziyaret etmeniz yeterli olacaktır. Erdal Eren’i tanıyan tanımayan herkesin izlemesini şiddetle tavsiye ederim.

31 Ocak 2011 Pazartesi

İçimdeki Düşman

Şef Küratör Levent Çalıkoğlu Kutluğ Ataman'ı, "Bizi biz yapan kimliğimiz ve onu inşaa eden sosyal-kültürel-ahlaki-politik söylem ve iktidar alanları üzerine çığır açıcı çalışmalar gerçekleştiren öncü bir sanatçı." olarak tanımlıyor ve İçimdeki Düşmanı'nı oluşturan 11 çalışma da bu tanımı destekliyor. Kutluğ Ataman'ın sergilediği her bir video, insanı karşısına geçirip düşünmeye zorluyor. Neden? sorusunu sorduruyor. İnsanları birbirinden farklılaştıran etmenleri, size uzakmış gibi duran ancak yanıbaşınızda yaşanan hayatların içine sokup, aslında o kadar da farklı olmadığınızı gözünüze sokuyor. İstanbul Modern'den dışarı çıktığınızda etrafınıza eskisi gibi at gözlükleri ile bakmaya devam etmenizi engelliyor. Size yepyeni bir bakış açısı kazandırıyor. Dünyanın aslında etrafınızda dönmediğini, bir bir vuruyor. 

İçimdeki Düşman, Bu Bir Fasit Daire ile başlıyor. On iki ekranın bir daire oluşturduğu ve ekranda da Jamaikalı bir göçmenin Berlin'deki deneyimleri anlatılıyor. Ekranda konuşan Jamaikalı göçmen olmanın zorluklarından, ırkçılıktan bahsediyor. Ancak bir noktada yaşadıkları zorluklar, aslında onun da yaşattığı zorluklar haline geliyor. On iki ekranın bir daire oluşturmasının nedeni de burada yatıyor. Kendini ifade ederken, aslında kendini de izliyor. Hem içinden hem de dışından bakıyor ırkçılığa.

Türk Lokumu ise Kutluğ Ataman'ın görüldüğü tek video çalışması. Bu çalışmada Kutluğ Ataman'ı bir dansöz olarak dans ederken görüyoruz. Kostüm, makyaj, dans ile tam anlamıyla bir dansöz. Buradaki amaç klişelerin görülmesidir. Ataman'ın hareketleri belirli ve tekrarlıdır. Burada Ataman, erkeğin kadına bakışını, kadının kendisine bakışını anlatmaya çalışır. Birbirlerini ötekileştirirken içlerinde bambaşka dünyaların yaşandığını anlatmaya çalışır.

Peruk Takan Kadınlar'a sıra geldiğinde uzun bir oda ve dört dev ekran sizi karşılar. Bu ekranlarda da dörder kadın ve dörder hikaye vardır. Dördü de aynı anda seslerin karmaşası içinde hikayelerini anlatırlar. İlk videoda Melek Ulagay, siyasi faaliyetlerinden dolayı kılık değiştirerek hayatını sürdürmektedir. İkinci videoda, Nevval Sevindi kemoterapi nedeniyle dökülen saçlarını gizlemek için peruk takmaktadır. Üçüncü videoda kendisini göstermek istemeyen başörtüsünü peruk altına gizleyen bir üniversite öğrencisi vardır. Son videoda ise Demet Demir, 1990'larda polisler tarafından saçları kesilen transseksüel ve travesti topluluğunun aktivisti olarak yaşadıklarını anlatmaktadır. Benim açımdan Demet Demir'in yaşadıkları diğer üç videoda anlatılanlardan daha etkileyiciydi. Polislerin ona yaptıklarını dinlerken etkilenmemek elde değildi. Tabi ki diğer üç videoda anlatılanlar da oldukça etkileyiciydi ancak günümüz ve geçmiş Türkiye'sinde yaşananları ayırdetmek açısından Demet Demir'in videosu daha netti. Hala birşeylerin değişmemiş olduğunu görmek acı vericiydi.

Açıkçası Veronica Read'in 4 Mevsimi, en az ilgimi çeken çalışmaydı. Dört ekranlı çalışmada Veronica Read'in çiçek soğanları ile yaşadığım saplantılı ilişki gözler önüne serilmiş. Yine bu dört ekran da bir kare oluşturacak şekilde birbirilerinin karşılarına yerleştirilmiştir. Bu da Veronica Read'in aslında iç dünyasında ne kadar kapalı olduğunu, dışarıya açılımının imkansız olduğunu anlatmaya çalışmaktadır.

99 Ad, beş ekrandan oluşan, ekranların zeminden tavana doğru yükseldiği ve aynı zamanda ekranlarda gösterilen hareketlerin de hızlandığı bir çalışmadır. Bu çalışmada ekranda zikir halinde olan bir kişi vardır. İlk ekranda yavaş yavaş sallanırken, son ekrana doğru hareketleri hızlanmaya başlar.

Stefan'ın Odası, Veronica Read'in 4 Mevsimi ile ilişkilidir. Burada da kendi dünyasında güve ve kelebekleriyle yaşar. O da kendisini Veronica Read gibi bu güve ve kelebeklere adamıştır. Kendi dünyası bunlarla çevrilidir.

Dilenciler, Kutluğ Ataman'ın İstanbul'da gerçekleştirdiği son çalışmadır. Burada yedi ayrı ekran ve yedi ayrı dilenci bulunmaktadır. Hepsi farklı şekillerde ve pozisyonlarda durmaktadır. Hepsi de gözlerini izleyenlere dikmiştir. Her birinin farklı bir rolü vardır ama hepsi göz teması kurmaya çalışmaktadır. 

İşte en etkileyici çalışmalardan biri, Ruhuma Asla. Bu çalışmada Türkan Şoray'ı çok seven ve kendisini onun gibi gören bir travesti bulunmaktadır. Bir odanın içinde dört-beş tane televizyon bulunmaktadır ve hepsinde Ceyhan'ı anlatan belirli bölümler gösterilmektedir. Bir televizyonda diyaliz makinesi ile olan macerası anlatılırken, bir diğerinde müşterisi ile girdiği ilişki gösterilmektedir. Ceyhan'ın hayatı o kadar gerçektir ki, insanı ekranın karşısında öylece bırakır. Bir yanda yaşadığı sağlık sorunlarını anlatırken büründüğü ruh hali, diğer yanda müşterisi ile girdiği cinsel ilişki. Herşey o kadar açık ve nettir. Erkek olarak doğmuş, efemine davranışları yüzünden asker babasından sürekli dayak yemiş, tedavi olabilmesi için üç yaşında psikatriste gönderilmiş, emniyet müdüründen dayak ve işkence görmüş ve en sonunda da bir diyaliz makinesine bağlanmıştır. Bunların anlatıldığı ve açık, çekinmeden anlatıldığı bir çalışmadır. Olay aslında "Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!"dan başka bir şey değildir, çünkü Ceyhan için hayat bir kurgudan, Türkan Şoray'ın başrolünde olan bir filmden başka bir şey değildir. Türkan Şoray da oynar, film bittiğinde gerçek hayatına döner. Tıpkı Türkan Şoray ile röportaj yapan muhabirin sorduğu gibi, "Siz gerçek misiniz?" sorusu gibi. Türkan Şoray da her insan gibi, ağlar, güler, mutlu olur, mutsuz olur, yani yaşar. Ceyhan için de hayat aslında böyledir. Rolünü yapar ve yaşamaya devam eder.

Tanıklık aslında şefkat duygusunun en çok uyandırıldığı çalışmadır. Burada Kutluğ Ataman'ın ve babasının dadısı bulunmaktadır. Dadısının Ermeni olmasının kendisi ve başkaları tarafından saklanması, yaşlılıkla beraber sanki herşey gibi unutulup gitmiş olması. O kadar gizli tutulan bir şey dadı tarafından da artık hatırlanılmıyordur. Bazı konuların toplum tarafından bastırılmış olması, yıllar geçtikçe hiç var olmamış gibi, yok olup gitmesine neden oluyor. Dadı bile kendi kimliğini hatırlayamıyor.

fff, found family footage'ın kısaltılmışıdır. Çalışma da iki İngiliz aileye ait görüntülerden meydana gelir. Ataman burada İngiliz toplumuna dışarıdan bakmaya ve anlamlandırmaya çalışmaktadır.

Cennet ise zengin ve popüler olan Orange Country'de yaşayan yirmi dört kişinin yeryüzündeki cennet kavramını açıklamasıdır. Amaç bu kadar kişinin aslında kendi dünyalarında ne kadar kapalı olduklarını gösterebilmektir.

Sergide beni en fazla etkileyen travestilerle ilgili olan çalışmalardı. Onların hayatlarının herhangi bir insandan farklı olmadığını, toplumun onlara karşı olan bakışaçılarının ne kadar sert olduğu, sırf cinsel kimlikleri yüzünden toplumdan ne kadar dışlandıkları ve kötü muamelelere maruz kaldıkları açık bir şekilde gösteriliyor. Hayatlarını seks işçileri olarak devam ettirmek zorunda kalmaları da bu bakışaçısının bir yansıması. Cinsel kimliklerinin birer hastalık olarak görülmesi, ailelerinin bile onları dışlamış olması toplumda tek başlarına ayakta durmak zorunda kalmalarına neden oluyor. Toplum onlara bu gözle bakarken, devletin onları korumaması, hatta tam tersine davranması da hayatlarını bir o kadar zorlaştırıyor. Onlar da kendilerini örgütlemeye ve onları savunacak insanlar aramaya çalışırlarken ölmemeye de çaba sarf ediyorlar. Bu da Türkiye'de oldukça zor.

Bence sergide insanların aslında ne kadar kendi hayatlarını yaşamaya odaklı oldukları ve bu nedenle de diğer yaşanan hayatların uzak ve bilinmez olduğu anlatılmaya çalışılıyor. Kendi iç dünyasına kapananlar, toplum ve devletin baskılarından dolayı kendilerine bambaşka hayatlar kuranlar, sokakta yürürken görünmez olanlar, hepsi birer kimliği, hepsi birer hayatı gösteriyor.

Bu sergi ile farklı kimlikler, farklı hayatlar farklılıktan çıkıyor. Görünmez olanlar görünür kılınıyor. İnsanı düşünmeye, gerçekten görmeye itiyor.

Sergi 6 Mart 2011 tarihine kadar devam ediyor. Etrafındakileri artık gerçekten görmek isteyenler gidip görmeli.

Body Worlds - Plastinasyon

Body Worlds

 "BODY WORLDS sergilerinde yer alan tüm anatomik örnekler otantiktir. Yaşadıkları sırada, ölümlerinden sonra bedenlerini hekimlerin mesleki yeterlilik kazanması ve meslekten olmayan insanların bilgilendirilmesi için bağışladıklarını beyan eden insanlara aittirler. Pek çok bağışçı, ölümlerinden sonra bile başkalarına faydalı olmak istediklerini, bedenlerini bağışlayarak vurgulamıştır. Bu kişilerin yaptığı diğerkam bağışlar, bize, şimdiye kadar hekimlere ait olan insan bedenlerini eşsiz şekilde kavrayabilme fırsatını veriyor. Bu yüzden yaşayan ve ölmüş beden bağışçılarına teşekkür ederiz."

Yoğun geçen bir kaç ayın sonunda uzun zamandır planladığım ama bir türlü gerçekleştiremediğim şeylere odaklanmaya karar vermiştim. Artık cumartesilerimi sanatsal aktivitelere, İstanbul'a ayıracaktım. Bir tek bu beni saçma hayatımdan uzaklaştıracak ve kafamı dağıtacaktı. Bu nedenle cumartesi kuzenimi kaptım ve Body Worlds'e ve İstanbul Modern'e götürdüm. Aslında ben sadece İstanbul Modern'deki Yao Lu'nun fotoğraf sergisine gitmeyi planlıyordum, ancak kuzenim oraya kadar gelmişken Body Worlds'e de girelim dedi.

Merdivenleri çıkıp kapıdan içeri girdiğimizde bizi duvarlardaki yazılar karşıladı. Vücudumuzla ilgili çeşitli anektodlar yazıyordu. Duvarın bittiği noktada da "BIRAKTIM" diyen, içinde sigara kutularının bulunduğu bir şeffaf kutu bulunuyordu. Uzun süre bir kutuya bir de cebimdeki sigara kutusuna baktım. Atsam mı atmasam mı, atsam mı atmasam mı... Kutunun içinde dört tane sigara vardı. Bitireyim öyle atarım, yazık olur dedim. Bu düşünceler arasında bir adam telefonlarımızın kapalı olması gerektiğini söyleyip duruyordu. Sonunda gişelere gidip biletlerimizi aldığımızda hala neyle karşılaşacağımız konusunda pek bi fikrim yoktu. Daha doğrusu ne kadar etkileyici bir şeyle karşılaşacağımız demeliyim.

Sergide bizi karşılayan ilk şey vücutlarını bağışlayanlara edilen teşekkür ve onların fotoğraflarıydı. Zaten bence en etkileyici olan noktalardan biri de buydu. Daha sonra bebekler ile ilgili olan bölüm ile de sergi başlıyordu. Bölümün başında bir uyarı yazısı vardı. Embriyolardan 7-8 aylık bebeklere kadar gösteriliyordu. Bu bölüm gerçekten fazla etkileyiciydi. Sonrasında sırayla vücudumuzun çeşitli bölümleri sergilenmeye başladı. Vücutlarını bağışlayan kişilerin, vücutlarının plastinasyon yöntemi kullanılarak orada sergilenmesi, vücudun en ince ayrıntılarına kadar görülebilmesine olanak sağlıyordu. Kaslar, damarlar, kemikler, iç organlar, deri... Hepsi tam karşımızdaydı. 


Bu noktada plastinasyonun ne olduğunu da aslında açıklamakta yarar var. Bu serginin yaratıcısı Dr. Gunther von Hagens. Plastinasyon’un mucidi. Plastinasyon da, estetik anatominin sunumunu olanaklı kılan anatomik örnek koruma yöntemi. Plastinasyon yoluyla ölümden sonra beden plastinatlara dönüştürülür. Plastinasyon aslında eğitim amaçlı olarak korumak üzere uygulanan bir yöntem.

1. Tahnit Etme ve Anatomik Diseksiyon : Sürecin ilk adımı, atardamarlardan formalin pompalayarak çürümenin durdurulmasını kapsar. Formalin tüm bakterileri öldürür ve dokunun çürümesini durdurur. Diseksiyon araçları kullanarak ayrı anatomik yapıları hazırlamak üzere deri, yağ ve bağ dokuları çıkarılır.
2. Vücut Yağı ve Suyun Çıkarılması : İlk adımda vücut suyu ve çözülebilir yağlar, bir çözücü banyosuna (örneğin bir aseton banyosu) koyarak vücuttan çözülür.
3. Zorlu Emdirme : Bu ikinci değişim süreci Plastinasyonun merkez adımıdır. Zorlu emdirme sırasında reaktif bir polimer, örneğin silikon kauçuk, asetonun yerini alır. Bunu yapmak için örnek bir polimer çözeltisine batırılır ve vakum tankına konur. Vakum, örnekten asetonu çıkarır ve polimerin her bir hücreye işlemesine yardımcı olur.
4. Konumlandırma : Vakum emdirmenin ardından vücut istendiği gibi konumlandırılır. Her bir anatomik yapı olması gerektiği gibi hizalanır ve teller, iğneler, pensler ve köpük bloklar yardımıyla sabitlenir.
5. Kürleme (Sertleştirme) : Son adımda, örnek sertleştirilir. Bu, kullanılan polimere bağlı olarak gaz, ışık veya ısı ile yapılır. Bütün bir vücudun Diseksiyonu ve Plastinasyonu yaklaşık 1.500 çalışma saati gerektirir ve normalde tamamlaması yaklaşık bir yıl alır.

Bütün bunlar serginin sonunda bir video ile de anlatılmakta. Ancak bana göre bunların serginin başında anlatılması daha doğru olurdu, çünkü insanlar birden plastinasyon uygulanan bedenlerle karşılaşmakta ve gördüklerine anlam vermekte güçlük çekmekte. İlk önce işlemin anlatılması, görülenleri daha net kavramaya yardımcı olurdu diye düşünüyorum.


Diğer yandan tekrar sergiye döndüğümüzde, yaşlanma fobisine sahip biri olmam nedeniyle, sigaranın cildi ne kadar etkilediğini anlatan bölüm bir süre şok geçirmeme neden oldu. Sergide bulunan herşey çok etkileyiciydi. Sağlıklı organlar ile hastalıklı organlar karşılıklı olarak gösteriliyordu. Bu karşılaştırma açısından güzeldi ama neye bakmak gerektiğini de bilmek gerekiyordu. Serginin bir bölümünde boş boş baktığımı fark ettim. Bana göre serginin en etkileyici yeri Monet ve Degas'nın görme duyuları ile yapmış oldukları resimlerin karşılaştırılmasıydı. Onların nasıl gördükleri ve bu görüşleriyle nasıl eserler meydana getirdikleri açık bir şekilde anlatılıyordu. Diğer etkileyici bölüm de yüz yaşından fazla yaşayabilen insanların hayatlarını nasıl yaşadıklarını, nelere önem verdiklerini anlatan bölümdü. Yaşlanma fobimin karşısında bayağı yararlı oldu.

Bence çok etkileyici, herkesin görmesi gereken bir sergiydi. Kaçırmamak lazım. Ancak buna rağmen eleştirilecek yerleri de vardı. Yine de herşeye rağmen muhteşem bir çalışma, yöntem. Harcanan emeği görebilmek mümkün.

Ayrıca beden bağışı ile ilgili olarak da http://www.koerperspende.de/en.html yi eklemeden geçemeyeceğim.
 
27 Mart 2011'e kadar uzatıldı, kaçırmayın derim.

20 Nisan 2010 Salı

ATEŞ YÜZLÜ VE SBR

Ateş Yüzlü'den bahsetmeden önce SBR'nin kendisini tanıtmasına izin vermemiz gerek.

Siyah Beyaz ve Renkli...
Birkaç gencin gerçekleşebilir rüyası.
Doğrunun yenisi.
Hazzın delisi.
Hiyerarşinin çöküşü.
Sınırın silgisi.
Paranın azı.
Coşkunun cümlesi.
Duvarın balyozu.
Gerçeğin ta kendisi.
Masalın dostu.
Farkın bekçisi.
Çırağın ustası.
Yeninin ilerisi.
Eskinin yenisi.
Umudun dirisi.
Kesiğin derini.
İnadın keçisi.
Yani siya beyaz ve renkli.
Bir deliler birlği, non hiyerarşik bir gösteri örgütlenmesi.



SBR kendini tanıttığına göre sıra Ateş Yüzlü'de.



Ateş Yüzlü, Marius von Mayenburg'un bol ödül almış olan oyunu. 

Oyun dört kişiden oluşan bir ailenin yemek masasında başlıyor. Her şey ilk başta, herkesin evindeki gibiyken birden bambaşka bir boyut alarak, aslında hepimizin ne kadar çok şey sakladığını, her ailenin içinde geçen bilinmeyen ne kadar çok şey olduğunu bir bir anlatmaya başlıyor. Anne ve baba, ergen erkek çocuğu, bir abla ve erkek arkadaşı. Ve onların içlerinde bulundukları, hatta çırpındıkları ve sürekli bir şekilde tepki verdikleri hayatları... 

Salona girince dikkati çeken ilk şey dekor oldu. Burada detaylarını anlatıp, büyüsünü bozmak istemiyorum. Sadece bu gece beni etkileyen bir kaç unsurdan biridir dekor. Bunun için Başak Özdoğan'ı tebrik etmek gerek sanırım. Dekor tasarımının etkisinden daha çıkmamışken salon yavaşça kararıp müzik (Deniz Yoldüz) salona yayıldığı anda bu gece oradan ayrılırken mutlu olacağımı hissettim.

Ancak oyun başlayıp ilk yarım saat geçtiğinde algılama problemleri yaşadığımı düşünmeye başladım. Ya oyunun konusunu anlamamıştım ya da başka bir durum vardı. Oyuncuların performanslarına diyecek hiçbir şeyim yok. Herkes karakterini en sağlam biçimde yansıtmaya çalıştı ancak oyundaki duygu geçişleri, karakterlerin yaşadıkları değişimler o kadar ani ve o kadar hızlı anlatılmıştı ki ne olduğunu algılamak güçleşti. Birbirinden çok kopuk duygu silsileri havada uçuşuyordu. Verilen bu kopuk duygulara, sahneleri birbirinden ayırırken kullanılan ışıklandırma da eklenince izleyici oyunu takip etmekte zorlandı. Arkamda ve yanımda oturanlar, ki çoğu tiyatro ile çok yakından ilgilenen ve çoğu da tiyatrocu ve tiyatrocu yakını olan insanlar olarak sürekli bir müdahale ve konuşma ile zaten az olan konsantrasyonu daha da etkilediler. Bu kopukluklardan dolayı oyunun kilit ve en önemli olan bölümleri de etkisini bir o kadar kaybetti.

Oyunda ensest ilişkiler, piramoni, şiddet ve cinayet içinde yaşayan bir aile söz konusu ama hangisinin hangisini tetiklediği, neden ortaya çıktığı ve neden bu sonuçlara ulaştığı pek açık değil. Karakterlerin yaşadıkları buhranlar ve değişimlerin süreçleri açık değil. Her şey oluyor ve bitiyor. Ancak itiraf etmeliyim ki sonlara doğru çıkan bir heyecan dalgası da bulunmakta ama daha etkileyici ve daha başarılı olabilirdi. Bu kadar yeni bir topluluk için biraz sert bir eleştiri ancak ne kadar erken olursa, o kadar yararlarına olur diye düşünüyorum. 

Bütün bunlar dışında, dekor, müzik dediğim gibi beni çok mutlu etti. Hatta oyuncuların performansları da çok etkileyiciydi. Kopukluklar, verilmek istenen mesaj ve tiyatro izlemesini bilmeyen tiyatro meraklıları dışında bence başarılı bir oyundu.

Oyuncular (alfabetik sıra ile)

Güneş Sayın
Hüseyin Sevimli
Muharrem Özcan
Salih Bademci
Süreyya Güzel

Merak eder ve izlemek için;

1 Mayıs Duru Tiyatro
2 Mayıs Duru Tiyatro
17 Mayıs Kenter Tiyatrosu
Biletler mybiletten satışa sunulmuş.




6 Nisan 2010 Salı

TELEBANT

2007 yılında İzmir'de doğan Telebant, bir yıl sonra İstanbul'a göç etti. Şu an Arda Erboz, Anıl Çetinkaya, Feryin Kaya ve Özgür Özvarol'dan oluşan grup, 2009 yılında ilk kadrosuyla 'Hoşçakal Darwin', 'Kobay' ve 'Kür' adlı parçalardan oluşan ilk ep'sini, Myspace üzerinden yayınladı. Bu arada brit rock'tan, post rock'a doğru kayan tarzını Peyote sahnesinde pekiştirdi.

Rock dünyasında adını, çeşitli dergilerde çıkan haberleri ve canlı performansları ile yavaş yavaş duyurmaya başlayan grup, pek çok şehir dışı konser ve okul şenliklerinin yanı sıra hala Peyote sahnesinde mevcut hayran kitlesiyle buluşuyor ve yeni takipçiler kazanıyor.

Telebant yeni bestelerinin yanı sıra gecenin uzun saatlerine kadar sürecek doğaçlamaları ile 7 Nisan Çarşamba günü Peyote'de sahne alacak.
Kendilerini www.myspace.com/telebant adresinden de takip edebilirsiniz.