20 Nisan 2010 Salı

ATEŞ YÜZLÜ VE SBR

Ateş Yüzlü'den bahsetmeden önce SBR'nin kendisini tanıtmasına izin vermemiz gerek.

Siyah Beyaz ve Renkli...
Birkaç gencin gerçekleşebilir rüyası.
Doğrunun yenisi.
Hazzın delisi.
Hiyerarşinin çöküşü.
Sınırın silgisi.
Paranın azı.
Coşkunun cümlesi.
Duvarın balyozu.
Gerçeğin ta kendisi.
Masalın dostu.
Farkın bekçisi.
Çırağın ustası.
Yeninin ilerisi.
Eskinin yenisi.
Umudun dirisi.
Kesiğin derini.
İnadın keçisi.
Yani siya beyaz ve renkli.
Bir deliler birlği, non hiyerarşik bir gösteri örgütlenmesi.



SBR kendini tanıttığına göre sıra Ateş Yüzlü'de.



Ateş Yüzlü, Marius von Mayenburg'un bol ödül almış olan oyunu. 

Oyun dört kişiden oluşan bir ailenin yemek masasında başlıyor. Her şey ilk başta, herkesin evindeki gibiyken birden bambaşka bir boyut alarak, aslında hepimizin ne kadar çok şey sakladığını, her ailenin içinde geçen bilinmeyen ne kadar çok şey olduğunu bir bir anlatmaya başlıyor. Anne ve baba, ergen erkek çocuğu, bir abla ve erkek arkadaşı. Ve onların içlerinde bulundukları, hatta çırpındıkları ve sürekli bir şekilde tepki verdikleri hayatları... 

Salona girince dikkati çeken ilk şey dekor oldu. Burada detaylarını anlatıp, büyüsünü bozmak istemiyorum. Sadece bu gece beni etkileyen bir kaç unsurdan biridir dekor. Bunun için Başak Özdoğan'ı tebrik etmek gerek sanırım. Dekor tasarımının etkisinden daha çıkmamışken salon yavaşça kararıp müzik (Deniz Yoldüz) salona yayıldığı anda bu gece oradan ayrılırken mutlu olacağımı hissettim.

Ancak oyun başlayıp ilk yarım saat geçtiğinde algılama problemleri yaşadığımı düşünmeye başladım. Ya oyunun konusunu anlamamıştım ya da başka bir durum vardı. Oyuncuların performanslarına diyecek hiçbir şeyim yok. Herkes karakterini en sağlam biçimde yansıtmaya çalıştı ancak oyundaki duygu geçişleri, karakterlerin yaşadıkları değişimler o kadar ani ve o kadar hızlı anlatılmıştı ki ne olduğunu algılamak güçleşti. Birbirinden çok kopuk duygu silsileri havada uçuşuyordu. Verilen bu kopuk duygulara, sahneleri birbirinden ayırırken kullanılan ışıklandırma da eklenince izleyici oyunu takip etmekte zorlandı. Arkamda ve yanımda oturanlar, ki çoğu tiyatro ile çok yakından ilgilenen ve çoğu da tiyatrocu ve tiyatrocu yakını olan insanlar olarak sürekli bir müdahale ve konuşma ile zaten az olan konsantrasyonu daha da etkilediler. Bu kopukluklardan dolayı oyunun kilit ve en önemli olan bölümleri de etkisini bir o kadar kaybetti.

Oyunda ensest ilişkiler, piramoni, şiddet ve cinayet içinde yaşayan bir aile söz konusu ama hangisinin hangisini tetiklediği, neden ortaya çıktığı ve neden bu sonuçlara ulaştığı pek açık değil. Karakterlerin yaşadıkları buhranlar ve değişimlerin süreçleri açık değil. Her şey oluyor ve bitiyor. Ancak itiraf etmeliyim ki sonlara doğru çıkan bir heyecan dalgası da bulunmakta ama daha etkileyici ve daha başarılı olabilirdi. Bu kadar yeni bir topluluk için biraz sert bir eleştiri ancak ne kadar erken olursa, o kadar yararlarına olur diye düşünüyorum. 

Bütün bunlar dışında, dekor, müzik dediğim gibi beni çok mutlu etti. Hatta oyuncuların performansları da çok etkileyiciydi. Kopukluklar, verilmek istenen mesaj ve tiyatro izlemesini bilmeyen tiyatro meraklıları dışında bence başarılı bir oyundu.

Oyuncular (alfabetik sıra ile)

Güneş Sayın
Hüseyin Sevimli
Muharrem Özcan
Salih Bademci
Süreyya Güzel

Merak eder ve izlemek için;

1 Mayıs Duru Tiyatro
2 Mayıs Duru Tiyatro
17 Mayıs Kenter Tiyatrosu
Biletler mybiletten satışa sunulmuş.




6 Nisan 2010 Salı

TELEBANT

2007 yılında İzmir'de doğan Telebant, bir yıl sonra İstanbul'a göç etti. Şu an Arda Erboz, Anıl Çetinkaya, Feryin Kaya ve Özgür Özvarol'dan oluşan grup, 2009 yılında ilk kadrosuyla 'Hoşçakal Darwin', 'Kobay' ve 'Kür' adlı parçalardan oluşan ilk ep'sini, Myspace üzerinden yayınladı. Bu arada brit rock'tan, post rock'a doğru kayan tarzını Peyote sahnesinde pekiştirdi.

Rock dünyasında adını, çeşitli dergilerde çıkan haberleri ve canlı performansları ile yavaş yavaş duyurmaya başlayan grup, pek çok şehir dışı konser ve okul şenliklerinin yanı sıra hala Peyote sahnesinde mevcut hayran kitlesiyle buluşuyor ve yeni takipçiler kazanıyor.

Telebant yeni bestelerinin yanı sıra gecenin uzun saatlerine kadar sürecek doğaçlamaları ile 7 Nisan Çarşamba günü Peyote'de sahne alacak.
Kendilerini www.myspace.com/telebant adresinden de takip edebilirsiniz.

21 Şubat 2010 Pazar

Seyyar Sahne'den Tehlikeli Oyunlar



Salona girmeden önce ne ile karşılaşacağımı bilmemenin heyecanı vardı içimde. Bundan yaklaşık bir ay önce yine aynı yerde bir tiyatro izlemiştim. Erdem Şenocak, Pierre Riviere olarak karşıma çıkmış ve beni de kendi deliliğine sürüklemişti. Deliliğe yakın hissettiğim anlarımda hissettiğim gibi hissetmiştim. Sahnede Pierre'i aydınlatan bir ışık, yerlere tebeşir ile yazılmış yazılar vardı ve Pierre deliriyordu. Gözümün önünde her dakika, her saniye daha da deliriyordu ve ben de onunla beraber deliriyordum. Sakinliğim o karanlık koltukların arasında yerini hızlı kalp atışlarına bırakıyor, göz bebeklerim hızlı hızlı takip ediyor ve gözkapaklarım hiç kıpırdamıyordu. Pierre kendini yerden yere attıkça, sustukça, bağırdıkça ben de aynısını yapıyorum. Herşey içimde o kısa sürede, Pierre ile birlikte, aynı anda oluyordu. Sakince tiyatro izlemeye gelmiş bir insandan oyundaki karaktere bürünmüş bir deliye dönüşüyordum. Sonunda ışıklar açıldığında, o büyüleyici dünya anında, sanki bir rüyadan uyanmışçasına yok oluyor, gerçek dünyaya sakinliğe geri dönüyordum.

Erdem Şenocak işte böyle etkiledi beni. Yer yer kendisini, yer yer beni oynadığını hissettirdi, düşündürdü ve korkuttu. Sanki o ışık hiç bir zaman yanmayacakmış da, ben gerçek dünyaya dönüp, gerçek ben ile ve gerçek Erdem Şenocak ile karşılaşmayacakmışım, her şey hep öyle aynı kalacakmış gibi hissettirdi. Belki de öyle kalması daha güzel olabilirdi, bilmiyorum.




Yine aynı salondaydım ve karşımda iki salıncak duruyordu. Tebeşirlerin yerini salıncaklar almıştı belliki ama oyundaki rolleri nasıl olacaktı pek bilemedim. Sabırla bekliyordum. Sonunda ışıklar kapanıp Erdem Şenocak o mahçupluğunu seyircilerin arasında bırakıp sahneye çıktığı anda yine aynı şekilde etkileneceğimi biliyordum. Beni yine kendisi ile birlikte oyunun içine sürükleyip oyunun kahramanı yapacağını biliyordum.

Oğuz Atay'ın Tehlikeli Oyunlar'ını okumadım. O yüzden nasıl bir oyunla, nasıl bir kurguyla karşılaşacağımı bilmiyordum. Sadece Erdem Şenocak'a güveniyordum sanırım. Bir de bu oyunu kaç kere izlediğini artık sayamayan Ruken'e... 

Hikmet başladı anlatmaya. O anlattıkça ben kapıldım, o üzüldükçe ben üzüldüm, o delirdikçe ben güldüm. Yalnızlığında kendimi gördüm. O deliliğe yakın hallerinde kendimi gördüm. O salonda olan herkes kendini gördü, kendine güldü. Hikmet'e değil, Hikmet gibi olmalarına güldüler. Hikmet sona yaklaştığında, sonlarının onunkine benzemesinden korktular ve sustular. Gülen yüzler, asıldı. Gözler doldu ve hüzün içten içe büyüdü ve bütün salonu sardı. Hikmet'le salıncaktan salıncağa koşan, albayımla yapılan konuşmaları takip eden ve gülen, çektiği aşk acılarında, saçmalamalarında kendilerini gören herkes sustu. Erdem Şenocak sustu. Herkes sustu. Artık herkes Hikmet olmuştu. Herkes sona gelmişti. Kimse ses çıkaramıyordu, kimse alkışlayamıyordu çünkü Hikmet yerde yatıyordu. Son çırpınışlarından sonra yerde öylece yatıyordu. Herkes de öylece oturuyordu. Büyüyü ancak Erdem Şenocak bozabilirdi. "Artık Hikmet yok, siz varsınız, kendinize gelin." Bir tek o diyebilirdi. Bu yüzden ayağa kalktı, selam verdi. Herkes o iki saatlik büyüden bir anda sıyrıldı. Hipotize edilmiş insanları bir parmak sesiyle uyandırmak gibi.

Erdem Şenocak ve Oğuz Atay bizi iki saat boyunca hipnotize etmişti. Bilinçaltımızı orada bulunan herkesin önüne sermişti ve bir parmak işareti ile de sona erdirmişti.

Eğer siz de Erdem Şenocak tarafından hipnotize edilip, büyülenmek, Hikmet'in dünyasına girip kendi dünyanızı da görmek istiyorsanız;
http://www.tehlikelioyunlar.net/ ten oyun tarihlerini takip edebilirsiniz. 
Mart ayında da oynayacaklar.

20 Şubat 2010 Cumartesi

Osmanlı Döneminde Venedik ve İstanbul; Nam-ı Diğer Aşk



Osmanlı
İstanbul
Venedik

Üçünü de unutun. Bu sergiyi anlayabilmeniz ve hakkını verebilmeniz için daha önce duyduğunuz, öğrendiğiniz bütün herşeyi unutmalı, önyargılarınızdan sıyrılmalısınız.

Birbirine yabancı iki insan düşünün. 
Sürekli birbirleriyle fikir alışverişinde bulunuyorlar. 
Politikadan, savaşlardan bahsediyor, beraber stratejiler geliştiriyorlar. 
Karşılıklı ticarete atılıyor, beraber yatırımlar yapıyorlar. 
Sonra da sanatın her dalını paylaşıp, kültürlerini birbirlerine katıyorlar.

İki insanın paylaşabileceği her türlü duygusal ve entelektüel birikimi paylaşıyorlar.

Bunları iki insan yapabiliyorsa, dünyanın farklı yerlerindeki iki şehir de yapabilir mi? 

 



İşte bu sorunun cevabını bu sergi sonuna kadar veriyor. 
Venedik ve İstanbul arasında geçen her dialoğun, her ilişkinin kanıtlarını teker teker karşınıza çıkarıyor ve bunu "aşk" diye adlandırıyor.





Bu aşk adımlarını Venedik'in tarihi ile atıyor. Sizi Venedik kültürünün içine alıp, o günleri size tekrar yaşatıyor. Daha sonra sizi İstanbul ile olan tanışma sahnesine götürüyor. Yazılan, çizilen onlarca kitap ve harita karşısında birbirlerinin var oluşlarının içinde kaybolmanızı, sizin de bu aşkın tanığı olmanızı istiyorlar. Arada hayalgücünüzü hızlandırmak ve sizi Venedik'in içine sürükleyebilmek için yağlıboya resimler gösteriyorlar. Türk kültürünün Venediklilerin günlük hayatlarına olan etkisini, birbirleri olmadan ne kadar duygusuz ve boş olabileceklerini nasıl fark ettiklerini size de gösteriyorlar. Önlerinize halılar, kaftanlar, kumaşlar seriyorlar. Sizi etkilemek çok istiyorlar. Süsler ile, resimler ile, sanat ile sizin gözünüzü boyuyorlar ve siz sonunda pes ediyorsunuz. Bu büyük aşkı kabul ediyorsunuz. 

Belki daha önce daha etkileyici sergiler gezmiş olabilirsiniz, belki de iki şehrin etkileşiminin tarihi sizi hiç ilgilendirmeyebilir. Ancak dediğim gibi, buraya önyargılarınızdan sıyrılıp gitmeli ve her gördüğünüz şeyi dikkatle incelemelisiniz. Orada bulunan her eserin 5 yüzyıllık aşk hikayesinin bir parçası olduğunu unutmamalısınız. Bu aşka tanık olmuş olmak ya da olmamak da sizin elinizde tabi ki. 

Benim özellikle etkilendiğim bir kaç parça oldu. Bunlar çizilmiş olan bütün haritalar, halılar ve o muhteşem kapı! Bunlara özel olarak bakmanızı tavsiye ederim. 




Diğer yandan eleştirmek istediğim bir nokta var. Bu da sergi salonun ışıklandırması. Bir kuratörün en çok dikkat etmesi gereken şey ışıklandırmadır. Bir kuratör eserlere olan dikkati nasıl çekmek istiyorsa, ona uygun ışıklandırma yapmalıdır. Eğer bir kusur varsa, ona göre ışığın yönünü belirler ve izleyen insan o kusuru görmez ya da dikkat çekmek istediği bir noktaya öyle bir ışık verir ki izleyen sadece onu görür. Kısaca ışıklandırma sadece sergi salonlarında değil, herhangi bir yerde bile büyük öneme sahiptir. Söz konusu eleştirim, sergi salonunda tablolara yapılan ışıklandırmanın yanlış olması. Tablolara bakarken ışığın izleyen kişinin arkasından gelmesinden dolayı ya da açısının yanlış olmasından dolayı, ışık tablolara yansımakta ve tabloyu görülemez kılmaktadır. Bunun nasıl atlandığını anlayabilmiş değilim açıkçası. 

Sonuç olarak iyi ve kötü eleştirilerim sonucunda, bu serginin İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinliklerinin ilki olduğunu ve bu büyük aşka tanıklık etmek isteyenlerin 28 Şubat'a kadar gidip gezebileceklerini hatırlatmak isterim.

Humpday


Humpday, başrollerini Mark Duplass ve Joshua Leonard'ın paylaştığı, 2009 yapımı bir film. Filmin konusu, üniversiteden iki eski arkadaşın tekrardan karşılaşması ve kafalarının iyi olduğu bir akşam porno festivaline, iki heteroseksüel erkeğin (kendilerinin) sevişmesini çekecekleri bir filmle katılmaya karar vermelerinden ibaret.
Üniversiteden sonra çok farklı hayatlar sürmüş bu ikiliden Ben (Duplass) evlenmiştir ve çocuk yapma çalışmaları sürdürmektedir. Andrew (Leonard) ise her zaman sanatçı olmayı istemiş ve anı yaşayarak, seyahat ederek hayatını geçiren bir adamdır. Yolunun Ben'in yaşadığı şehre düşmesi ve daha ilk sahnede, gecenin bir yarısı kapıyı çalıp eve konuk olmasıyla işleri değiştirmeye başlar. Aslında Andrew Ben'i hiçbirşey için zorlamaz, ancak belki de yaşadığı hayatın düzeni ve rutininden sıkılan Ben, Andrew'la takılmaya başlar. Andrew'un aynı zamanda Ben'in karısı için de sorun yarattığını belirtmeye gerek dahi yok sanırım.
En sonunda filmi çekmek için kararlaştırdıkları gün gelir ve tuttukları otel odasında Andrew ve Ben başbaşa kalırlar. Filmin en güzel, en samimi sahneleri bu otel odası sahneleriydi. Yaşadıkları gerginlik daha iyi ifade edilemezdi.
Film, büyük süprizlerle, düğümlenen olaylarla, yanlış anlaşılmalarla dolu bir film değil. Gayet doğal, sıradan iki farklı hayatı anlatıyor. Keza filmdeki dialoglar ve oyunculuklar da öyle. Benim gibi büyük beklentiler içine girmeden izlendiği zaman keyif alınabilecek, samimi bir film olmuş Humpday.

2 Şubat 2010 Salı

Whatever Works


Whatever Works Woody Allen'in son filmi. Başrollerinde Seinfeld'in yaratıcısı olarak hatırladığımız Larry David (Boris Yellnikoff) ve sarı saç mavi göz kombinasyonun güzel örneği Evan Rachel Wood (Melody) var. Fakat filmdeki her karakterin, şahsına münasır olduğunu unutmamak gerekir.
Herşeyi sorguladığı ve anlamsızlıkların farkına vardığı için sürekli memnuniyetsiz ve huysuz bir ihtiyar görüntüsü çizen, aynı zamanda karanlık korkusu olan ve panik atak hastası bir dahi Boris ile Missisipi'den New York'a kaçmış, annesi tarafından güzellik yarışmalarına sokulan, genç ve oldukça düşük bir zekaya sahip Melody'nin tanışmalarıyla başlıyor herşey. Önceleri Boris bu embesilliğe dayanamayacak gibi oluyorsa da, sonraları Melody'e alışıyor ve evine aldığı bu yabancıyla evleniyor. Onu kendi deyimiyle "engin bilgi birikiminden" yararlandırıyor ve Melody anlayabildiği kadarıyla mutlu oluyor. Boris ne kadar hayatın acımasızlığından dem vuruyorsa, Melody de bir o kadar hayatı sürekli güleryüzle karşılayan bir karakter. Mutlu mesut bir hayat süren çiftin bu düzeni Melody'nin annesinin onu bulmasıyla karışmaya başlıyor. Boris'in ne evini ne de sarkastik tutumunu beğenen anne, kızını Boris'ten kurtarmaya çalışırken, New York'ta kendisine bambaşka bir hayat kuruyor. Pazar günlerini kilisede geçiren, evlilik öncesi seksin günah olduğunu düşünen, "köylü zihniyete" sahip bir kadınken, bir sanatçıya dönüşüyor ve iki adamla beraber yaşamaya başlıyor (menage a trois). Kızının Boris'ten ayrılıp, Melody'e aşık bir aktörle evlenmesi için oldukça fazla çabalıyor. Daha sonra, annesinin peşinden New York'a gelen baba da akla ziyan değişimler geçiriyor ve herşeyin bir şekilde değişmeye başlamasıyla film ilerliyor.
Filmden çarpıcı olaylar, kalp kırıklıkları vs. beklemek hayalkırıklığına sebep olur, ancak Boris'in ağzından çıkan laflara dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum. Tamamen karamsar, bir o kadar da umursamaz bir bakış açısına (whatever works) sahip olsa da, ister istemez söylediklerine hak veriyorsunuz. Eğer hayatın daha renkli yönüne göz atmak isterseniz, o halde Melody'nin söylediği, bir aptaldan beklenmeyen ve Boris'i dahi şaşırtan sözlere dikkat edin.
Aslında daha fazla bahsetmek istediğim detaylar var filmle ilgili, ancak spoiler'a girer diye kısa kesiyorum ve bence spoiler değil de, film hakkında fikir sahibi olabileceğiniz, Boris'in son sahnedeki konuşmasıyla yazıyı bitiriyorum.

"I happen to hate new year’s celebrations. Everybody desperate to have fun. Trying to celebrate in some pathetic little way. Celebrate what? A step closer to the grave? That's why i can't say enough times, whatever love you can get and give whatever happiness you can filch or provide, every temporary measure of grace, whatever works and don't kid yourself, it's by no means all up to your own human ingenuity. A bigger part of your existence is luck than you'd like to admit. Christ, you know the odds of your father's one sperm from the billions, finding the single egg that made you? Don't think about it, you'll have a panic attack."

Neşeli Milis


Neşeli Milis, 2006 yılında bir araya gelmiş, pozitif müzik yapan bir reggae grubu. 2006 yılından bu yana iki demo kaydeden grup, Mert Yavru (vocal- guitar), Sarp İnceiş (Guitar-Back Vocal), Güngör Uçak (Bass-Back Vocal), Emir Celt (Drums-Back Vocal) ve Mert Karayazı'dan (Synthesizer-Sequencer) oluşuyor. Rıfat Rıfat ise saksafonuyla gruba eşlik ediyor.
27 Ocak'ta Peyote'de sahne aldılar ve performansları takdire şayandı. Reggae müzik sevmeyen, daha doğrusu bu müziği çok dinlememiş ve bilgi sahibi olmayan bir insan olmama rağmen, bir an bile sıkılmadan dinledim kendilerini. Grubun sadece müzikal anlamdaki değil, enerji anlamındaki uyumu ve samimiyetleri de yaptıkları işi güzelleştiren başka unsurlar.
Myspace adreslerinde, tavırlarını; "Enerjisini birbirlerine karsi duyduklari saf arkadaslik ve kardeslik duygusundan alan Neseli Milis, her tür pozitif, gevsek bakis açisi ve frekansi bagrina basmis, bu tutumu yaraticiliklarinin her alaninda bas ilke olarak benimseyip müziklerini ve varoluslarinin her anini gevsek manifestoyla doldurmaya and içmistir.
Yaradilisa olan saygimizi hayattan zevk alarak göstermek Neseli Milis'in var olma sebebidir." sözleriyle ifade eden grup, şarkı sözlerinde de "pozitiflik" kavramına vurgu yapıyor. Sevgi, kardeşlik, barış ve dünyanın hepimize yeteceği duygularının yanında, iki yüzlü ve tüm bu pozitif yaşam tarzına ters düşen insanlara olan öfkelerini de dışa vurmaktan kaçınmıyorlar: Hey yo madafaka bir soru sorucam/O kadar parayı götüne mi sokucan/Hey yo madafaka bir soru sorucam/Hakkımı yiyip namaza mı durucan.
"Bir dikili ağacımız yok ama gökyüzünde bulutumuz çok" diyip, mülkiyet kavramına ve bu kavramın getirdiği yozlaşma, düşmanlık ve açgözlülüğe ufak bir taş atıp, herşeyin herkese yetebileceği mesajını veren grup, "iyi olanı seç" diyerek, motto haline gelebilecek (gelmesi gereken) bir cümleye de imza atıyor.
Sanatın, toplumla olan ilişkisi ve eleştirel bakış açısının nasıl olması gerektiğini gösteren bir grup Neşeli Milis. Kimseye saldırmadan, kendi içlerindeki dinginlik ve huzurla, olan bitene karşı rahatsızlıklarını ve o dinginliğin içinde dünyanın aslında nasıl gözüktüğünü ve nasıl olması gerektiğini yine kendi tavırlarıyla ifade ediyorlar.
Konserlerine denk gelirseniz kesinlikle kaçırmayın, ayrıca kendilerini; www.myspace.com/neselimilis adresinden takip edebilirsiniz.

31 Ocak 2010 Pazar

Emre Yılmaz- Şeytanın Fısıldadıkları




Başarmak mı? Yaşamak mı?
Başarının ilk mertebesi, kimsenin sana Başarısız diyemeyeceği kadar bir başarı elde etmiş görünmektir. Bu, sosyal yaşamda kendine saygıyı muhafaza edebilmenin en ucuz biletidir. Salonun en arka koltuklarına oturturlar adamı. Bu kötü, bu izbe koltuk için bile çoğu insan yıllarını hem de en güzel yıllarını vermekten hiç kaçınmaz. Çünkü salonda olmak dışında olmaktan çok daha iyidir.
Yeni çağların en büyük dayatması Başarıdır.Yakın çağların toplumları "ödev ve sorumluluk" ile abanırlardı üzerimize; eski çağlar "iman ve ahlak" diyerek: Daha eski çağlar ise "erdem".Bugün ise "başarılı" olmalısınız. Yoksa birer "hiç"siniz.
Emre Yılmaz'ın özellikle insan ilişkileri hakkındaki gözlemlerini fazlaca takdir ediyorum.
Ve Şeytanın Fısıldadıkları isimli deneme kitabını şiddetle öneriyorum.
Değinilen her konu hakkındaki fikirlerine katılmasanız da, eminim kendinizden birşeyler bulacaksınız.

29 Ocak 2010 Cuma

J.D. Salinger'a Saygı Duruşu




Bugün size çok şey anlatabilirim. Ailemin beni nasıl tımarhaneye tıktığını, o lanet olası Noel'de başıma gelenleri falan anlatabilirim ama onları J.D. daha önce anlatmıştı zaten ve ben aynı şeyleri tekrar anlatmak istemiyorum. Ne gereği var ki. Benim anlatmak istediğim şey aslında çok farklı. Ben J.D.'yi anlatmak istiyorum. Eğer gerçekten dinleyecekseniz anlatacağım.

J.D.'yi ben bozdum. Bozdum demeyelim de, benden çok etkilendi sanırım. Neden etkilendiyse artık. Çok da özelliği olan bir çocuk değildim. Yani en basitinden onunla konuşurken tımarhanedeydim. Ailemin beni derslerimde başarılı olamadığım için yolladıkları o saçma sapan yerdeydim. Ah bu arada kışın göller donunca ördeklere ne oluyor çok merak ediyorum. Hala! Siz eğer biliyorsanız bana da anlatın çünkü orada kimse bana bunların cevabını vermedi. Hatta kimse benimle konuşmadı. Doktorlar dışında kimse. Zaten doktorlar da saçma sapan sorular soruyorlardı. Oradan çıkınca derslerimde başarılı olacak mıymışım? Ben nereden bilebilirdim ki bu sorunun cevabını. Daha olmamış bir şey hakkında cevap vermemi istiyorlardı. Ne kadar saçma. Neyse. J.D. farklıydı. Ona yaşadıklarımı anlatırken beni ilgiyle dinlerdi. Notlar alır, kafasını sallar ama hiçbir şey söylemezdi, sormazdı. Sadece bir kere, bende kendisini gördüğünü ima eden bir şeyler zırvaladı. Ben pek anlayamadım. Zaten kendisini hiç anlamazdım. Anlamama izin vermezdi.

Neyse. Ona anlattıklarımı bir kitapta toplamak istediğinden bahsetmişti. Ben de çok umursamamıştım. Yani ne isterse yapabilir. Kimseyi durduracak halim yoktu. Bütün gün o saçma sapan tımarhanede oturuyor, lanet olası doktorlara istedikleri cevabı vermeye çalışıyordum. Beynim de uyuşmuştu. Aptal gibiydim. Sanırım bana boktan ilaçlar veriyorlardı. Anlamıyordum zaten. Neyse. Kitabı yayınlamadan önce bir kopyasını bana vermişti. Bir kitapta en çok hoşuma giden şey, en azından, arada bir gülünç şeyler olmasıdır. Kitapta da anlattıklarına bitmiştim. Yani, evet beni anlatıyordu ama çok güldürüyordu yine de. Bir de her zaman istediğim şeye artık sahip olmuştum, o yüzden de gülüyordum. Her sayfasında arayıp onunla konuşmak istiyordum ama yine de kitabı bitirmem gerektiğini düşünüyordum. En azından biraz saygı göstermek gerek. Kısaca ben bir kitabı okurken yazarını arayıp onunla tartışmak, konuşmak istiyorsam, böyle düşünüyorsam bu güzel bi kitaptır. J.D. adamımdı.

Kitabı bitirdikten sonraki günlerde kitabı ve kendisini bir derginin kapağında gördüm. Aramaya karar verdim ama ulaşamadım. Telefonlara cevap vermiyordu. Mektup yazmayı denedim. Yıllarca hiç cevap gelmedi. Ben deliydim söylemiş miydim? Bir gün lanet olası kırmızı avcı şapkamı kafama geçirip yollara düştüm. Sokaklarda onu aradım, her yerde onu aradım ama bulamadım. Dostum çok iyi saklanmıştı. Adam ünlüydü ve ortalıkta yoktu resmen. Zaten bir şeyi çok iyi yapıyorsanız eğer dikkatli olmazsanız gösteriş yapmaya başlıyorsunuz. O zaman da yaptığınız şey iyi olmaktan çıkıyor. Sanırım bunun farkındaydı J.D de. O yüzden kaçmıştı. Ne bileyim ben. Saçma sapan fikirlerim işte ama daha sonra kitabı tekrar okuduğumda ne olduğunu anladım. Ona çok uzaklarda, hiç kimsenin beni bulamayacağı bir yerde küçük bir kulübe yapıp, hayatımın sonuna kadar orada yaşamak istediğimi, böylece kimseyle konuşmak zorunda kalmayacağımı söylemiştim. Sanırım bundan etkilenmiş olmalı. Her dediğimden etkilenirdi zaten. İlginç bir adamdı bu J.D.

Uzun yıllar hiç haberini alamadım J.D.'nin. Bir gün gazetede bir haberini gördüm. Bir şeyler daha yazmış benden sonra. Hiç haberim olmadı bak! Onun hakkında da kitaplar yazılmış. Biyografiler falan ama J.D. dava açmış onlar hakkında. Özel hayatı konusunda çok duyarlıydı. Dediğim gibi çok da fazla konuşmaz, kendisini anlatmazdı. O yüzden kendisi hakkında yazılanlara çok sinirlenmiş olmalı. Haklısın dostum, çok haklısın.

Neyse ocak ayı filandı, o çavdar tarlasında hava, cadı karı memesi gibi soğuktu. Binlerce çocuk etrafımda koşuyordu. Bense çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyordum. Daha sonra J.D.'yi gördüm. Uçurumun kenarında durmuş bana bakıyordu. Bütün gün çocukları kovalamaktan, onları yakalamaktan yorulmuş olduğumu biliyordu. Sadece bana bakıyor ve gülümsüyordu. Ona doğru koşup, onu yakalamama izin vermeden kendini boşluğa bıraktı.

Ben çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim.

Ben çavdar tarlasında J.D'yi yakalayan biri olmak isterdim.

Ama işte bazı şeyler olduğu gibi kalmalı. Elinizde olsa da, onları büyük cam vitrinlere koyup oldukları gibi kalmalarını sağlayabilseniz.

Neyse J.D. öldü işte. Adamım öldü. Umarım onu da lanet olası bir mezara tıkmazlar. Denize falan atsalar. Pazar günleri gidip de çiçek koymasam mezarına. Hem ne yapsın ki öldükten sonra çiçeği? Bence en güzeli J.D'yi rahat bıraksınlar. Öylece yatsın orada.

Artık anlatacak çok fazla bir şeyim yok. Anlatmak istersem de anlatmayacağım. J.D. yok çünkü artık. O zaman Holden da yok. Üzgünüm. Ne diyeceğimi de artık bilmiyorum. Zaten bence insan çok fazla konuşmamalı. J.D. gibi sessiz ve sakin hayatını sürmeli. Hiçbir şey anlatmayınca insan özlemiyor da. Şimdi ben size J.D.'yi anlattım ya, özlemeye başladım bile...



Jerome David "J. D." Salinger (January 1, 1919 – January 27, 2010)



 

Hello

Biz burada, izlediğimiz, dinlediğimiz, okuduğumuz ve kendi yarattığımız şeyleri paylaşacağız. Önemli, önemsiz, küçük büyük, cool-uncool ayrımı yapmaksızın.
3 kişiyiz; Billur, Merve ve Elif.
Zevklerimiz hem çok aynı hem çok farklı.
O yüzden birbirinden çok zıt şeyler gördüğünüzde şaşırmayın.
Şimdilik bu kadar.
Görüşmek üzere.