21 Şubat 2010 Pazar

Seyyar Sahne'den Tehlikeli Oyunlar



Salona girmeden önce ne ile karşılaşacağımı bilmemenin heyecanı vardı içimde. Bundan yaklaşık bir ay önce yine aynı yerde bir tiyatro izlemiştim. Erdem Şenocak, Pierre Riviere olarak karşıma çıkmış ve beni de kendi deliliğine sürüklemişti. Deliliğe yakın hissettiğim anlarımda hissettiğim gibi hissetmiştim. Sahnede Pierre'i aydınlatan bir ışık, yerlere tebeşir ile yazılmış yazılar vardı ve Pierre deliriyordu. Gözümün önünde her dakika, her saniye daha da deliriyordu ve ben de onunla beraber deliriyordum. Sakinliğim o karanlık koltukların arasında yerini hızlı kalp atışlarına bırakıyor, göz bebeklerim hızlı hızlı takip ediyor ve gözkapaklarım hiç kıpırdamıyordu. Pierre kendini yerden yere attıkça, sustukça, bağırdıkça ben de aynısını yapıyorum. Herşey içimde o kısa sürede, Pierre ile birlikte, aynı anda oluyordu. Sakince tiyatro izlemeye gelmiş bir insandan oyundaki karaktere bürünmüş bir deliye dönüşüyordum. Sonunda ışıklar açıldığında, o büyüleyici dünya anında, sanki bir rüyadan uyanmışçasına yok oluyor, gerçek dünyaya sakinliğe geri dönüyordum.

Erdem Şenocak işte böyle etkiledi beni. Yer yer kendisini, yer yer beni oynadığını hissettirdi, düşündürdü ve korkuttu. Sanki o ışık hiç bir zaman yanmayacakmış da, ben gerçek dünyaya dönüp, gerçek ben ile ve gerçek Erdem Şenocak ile karşılaşmayacakmışım, her şey hep öyle aynı kalacakmış gibi hissettirdi. Belki de öyle kalması daha güzel olabilirdi, bilmiyorum.




Yine aynı salondaydım ve karşımda iki salıncak duruyordu. Tebeşirlerin yerini salıncaklar almıştı belliki ama oyundaki rolleri nasıl olacaktı pek bilemedim. Sabırla bekliyordum. Sonunda ışıklar kapanıp Erdem Şenocak o mahçupluğunu seyircilerin arasında bırakıp sahneye çıktığı anda yine aynı şekilde etkileneceğimi biliyordum. Beni yine kendisi ile birlikte oyunun içine sürükleyip oyunun kahramanı yapacağını biliyordum.

Oğuz Atay'ın Tehlikeli Oyunlar'ını okumadım. O yüzden nasıl bir oyunla, nasıl bir kurguyla karşılaşacağımı bilmiyordum. Sadece Erdem Şenocak'a güveniyordum sanırım. Bir de bu oyunu kaç kere izlediğini artık sayamayan Ruken'e... 

Hikmet başladı anlatmaya. O anlattıkça ben kapıldım, o üzüldükçe ben üzüldüm, o delirdikçe ben güldüm. Yalnızlığında kendimi gördüm. O deliliğe yakın hallerinde kendimi gördüm. O salonda olan herkes kendini gördü, kendine güldü. Hikmet'e değil, Hikmet gibi olmalarına güldüler. Hikmet sona yaklaştığında, sonlarının onunkine benzemesinden korktular ve sustular. Gülen yüzler, asıldı. Gözler doldu ve hüzün içten içe büyüdü ve bütün salonu sardı. Hikmet'le salıncaktan salıncağa koşan, albayımla yapılan konuşmaları takip eden ve gülen, çektiği aşk acılarında, saçmalamalarında kendilerini gören herkes sustu. Erdem Şenocak sustu. Herkes sustu. Artık herkes Hikmet olmuştu. Herkes sona gelmişti. Kimse ses çıkaramıyordu, kimse alkışlayamıyordu çünkü Hikmet yerde yatıyordu. Son çırpınışlarından sonra yerde öylece yatıyordu. Herkes de öylece oturuyordu. Büyüyü ancak Erdem Şenocak bozabilirdi. "Artık Hikmet yok, siz varsınız, kendinize gelin." Bir tek o diyebilirdi. Bu yüzden ayağa kalktı, selam verdi. Herkes o iki saatlik büyüden bir anda sıyrıldı. Hipotize edilmiş insanları bir parmak sesiyle uyandırmak gibi.

Erdem Şenocak ve Oğuz Atay bizi iki saat boyunca hipnotize etmişti. Bilinçaltımızı orada bulunan herkesin önüne sermişti ve bir parmak işareti ile de sona erdirmişti.

Eğer siz de Erdem Şenocak tarafından hipnotize edilip, büyülenmek, Hikmet'in dünyasına girip kendi dünyanızı da görmek istiyorsanız;
http://www.tehlikelioyunlar.net/ ten oyun tarihlerini takip edebilirsiniz. 
Mart ayında da oynayacaklar.

20 Şubat 2010 Cumartesi

Osmanlı Döneminde Venedik ve İstanbul; Nam-ı Diğer Aşk



Osmanlı
İstanbul
Venedik

Üçünü de unutun. Bu sergiyi anlayabilmeniz ve hakkını verebilmeniz için daha önce duyduğunuz, öğrendiğiniz bütün herşeyi unutmalı, önyargılarınızdan sıyrılmalısınız.

Birbirine yabancı iki insan düşünün. 
Sürekli birbirleriyle fikir alışverişinde bulunuyorlar. 
Politikadan, savaşlardan bahsediyor, beraber stratejiler geliştiriyorlar. 
Karşılıklı ticarete atılıyor, beraber yatırımlar yapıyorlar. 
Sonra da sanatın her dalını paylaşıp, kültürlerini birbirlerine katıyorlar.

İki insanın paylaşabileceği her türlü duygusal ve entelektüel birikimi paylaşıyorlar.

Bunları iki insan yapabiliyorsa, dünyanın farklı yerlerindeki iki şehir de yapabilir mi? 

 



İşte bu sorunun cevabını bu sergi sonuna kadar veriyor. 
Venedik ve İstanbul arasında geçen her dialoğun, her ilişkinin kanıtlarını teker teker karşınıza çıkarıyor ve bunu "aşk" diye adlandırıyor.





Bu aşk adımlarını Venedik'in tarihi ile atıyor. Sizi Venedik kültürünün içine alıp, o günleri size tekrar yaşatıyor. Daha sonra sizi İstanbul ile olan tanışma sahnesine götürüyor. Yazılan, çizilen onlarca kitap ve harita karşısında birbirlerinin var oluşlarının içinde kaybolmanızı, sizin de bu aşkın tanığı olmanızı istiyorlar. Arada hayalgücünüzü hızlandırmak ve sizi Venedik'in içine sürükleyebilmek için yağlıboya resimler gösteriyorlar. Türk kültürünün Venediklilerin günlük hayatlarına olan etkisini, birbirleri olmadan ne kadar duygusuz ve boş olabileceklerini nasıl fark ettiklerini size de gösteriyorlar. Önlerinize halılar, kaftanlar, kumaşlar seriyorlar. Sizi etkilemek çok istiyorlar. Süsler ile, resimler ile, sanat ile sizin gözünüzü boyuyorlar ve siz sonunda pes ediyorsunuz. Bu büyük aşkı kabul ediyorsunuz. 

Belki daha önce daha etkileyici sergiler gezmiş olabilirsiniz, belki de iki şehrin etkileşiminin tarihi sizi hiç ilgilendirmeyebilir. Ancak dediğim gibi, buraya önyargılarınızdan sıyrılıp gitmeli ve her gördüğünüz şeyi dikkatle incelemelisiniz. Orada bulunan her eserin 5 yüzyıllık aşk hikayesinin bir parçası olduğunu unutmamalısınız. Bu aşka tanık olmuş olmak ya da olmamak da sizin elinizde tabi ki. 

Benim özellikle etkilendiğim bir kaç parça oldu. Bunlar çizilmiş olan bütün haritalar, halılar ve o muhteşem kapı! Bunlara özel olarak bakmanızı tavsiye ederim. 




Diğer yandan eleştirmek istediğim bir nokta var. Bu da sergi salonun ışıklandırması. Bir kuratörün en çok dikkat etmesi gereken şey ışıklandırmadır. Bir kuratör eserlere olan dikkati nasıl çekmek istiyorsa, ona uygun ışıklandırma yapmalıdır. Eğer bir kusur varsa, ona göre ışığın yönünü belirler ve izleyen insan o kusuru görmez ya da dikkat çekmek istediği bir noktaya öyle bir ışık verir ki izleyen sadece onu görür. Kısaca ışıklandırma sadece sergi salonlarında değil, herhangi bir yerde bile büyük öneme sahiptir. Söz konusu eleştirim, sergi salonunda tablolara yapılan ışıklandırmanın yanlış olması. Tablolara bakarken ışığın izleyen kişinin arkasından gelmesinden dolayı ya da açısının yanlış olmasından dolayı, ışık tablolara yansımakta ve tabloyu görülemez kılmaktadır. Bunun nasıl atlandığını anlayabilmiş değilim açıkçası. 

Sonuç olarak iyi ve kötü eleştirilerim sonucunda, bu serginin İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinliklerinin ilki olduğunu ve bu büyük aşka tanıklık etmek isteyenlerin 28 Şubat'a kadar gidip gezebileceklerini hatırlatmak isterim.

Humpday


Humpday, başrollerini Mark Duplass ve Joshua Leonard'ın paylaştığı, 2009 yapımı bir film. Filmin konusu, üniversiteden iki eski arkadaşın tekrardan karşılaşması ve kafalarının iyi olduğu bir akşam porno festivaline, iki heteroseksüel erkeğin (kendilerinin) sevişmesini çekecekleri bir filmle katılmaya karar vermelerinden ibaret.
Üniversiteden sonra çok farklı hayatlar sürmüş bu ikiliden Ben (Duplass) evlenmiştir ve çocuk yapma çalışmaları sürdürmektedir. Andrew (Leonard) ise her zaman sanatçı olmayı istemiş ve anı yaşayarak, seyahat ederek hayatını geçiren bir adamdır. Yolunun Ben'in yaşadığı şehre düşmesi ve daha ilk sahnede, gecenin bir yarısı kapıyı çalıp eve konuk olmasıyla işleri değiştirmeye başlar. Aslında Andrew Ben'i hiçbirşey için zorlamaz, ancak belki de yaşadığı hayatın düzeni ve rutininden sıkılan Ben, Andrew'la takılmaya başlar. Andrew'un aynı zamanda Ben'in karısı için de sorun yarattığını belirtmeye gerek dahi yok sanırım.
En sonunda filmi çekmek için kararlaştırdıkları gün gelir ve tuttukları otel odasında Andrew ve Ben başbaşa kalırlar. Filmin en güzel, en samimi sahneleri bu otel odası sahneleriydi. Yaşadıkları gerginlik daha iyi ifade edilemezdi.
Film, büyük süprizlerle, düğümlenen olaylarla, yanlış anlaşılmalarla dolu bir film değil. Gayet doğal, sıradan iki farklı hayatı anlatıyor. Keza filmdeki dialoglar ve oyunculuklar da öyle. Benim gibi büyük beklentiler içine girmeden izlendiği zaman keyif alınabilecek, samimi bir film olmuş Humpday.

2 Şubat 2010 Salı

Whatever Works


Whatever Works Woody Allen'in son filmi. Başrollerinde Seinfeld'in yaratıcısı olarak hatırladığımız Larry David (Boris Yellnikoff) ve sarı saç mavi göz kombinasyonun güzel örneği Evan Rachel Wood (Melody) var. Fakat filmdeki her karakterin, şahsına münasır olduğunu unutmamak gerekir.
Herşeyi sorguladığı ve anlamsızlıkların farkına vardığı için sürekli memnuniyetsiz ve huysuz bir ihtiyar görüntüsü çizen, aynı zamanda karanlık korkusu olan ve panik atak hastası bir dahi Boris ile Missisipi'den New York'a kaçmış, annesi tarafından güzellik yarışmalarına sokulan, genç ve oldukça düşük bir zekaya sahip Melody'nin tanışmalarıyla başlıyor herşey. Önceleri Boris bu embesilliğe dayanamayacak gibi oluyorsa da, sonraları Melody'e alışıyor ve evine aldığı bu yabancıyla evleniyor. Onu kendi deyimiyle "engin bilgi birikiminden" yararlandırıyor ve Melody anlayabildiği kadarıyla mutlu oluyor. Boris ne kadar hayatın acımasızlığından dem vuruyorsa, Melody de bir o kadar hayatı sürekli güleryüzle karşılayan bir karakter. Mutlu mesut bir hayat süren çiftin bu düzeni Melody'nin annesinin onu bulmasıyla karışmaya başlıyor. Boris'in ne evini ne de sarkastik tutumunu beğenen anne, kızını Boris'ten kurtarmaya çalışırken, New York'ta kendisine bambaşka bir hayat kuruyor. Pazar günlerini kilisede geçiren, evlilik öncesi seksin günah olduğunu düşünen, "köylü zihniyete" sahip bir kadınken, bir sanatçıya dönüşüyor ve iki adamla beraber yaşamaya başlıyor (menage a trois). Kızının Boris'ten ayrılıp, Melody'e aşık bir aktörle evlenmesi için oldukça fazla çabalıyor. Daha sonra, annesinin peşinden New York'a gelen baba da akla ziyan değişimler geçiriyor ve herşeyin bir şekilde değişmeye başlamasıyla film ilerliyor.
Filmden çarpıcı olaylar, kalp kırıklıkları vs. beklemek hayalkırıklığına sebep olur, ancak Boris'in ağzından çıkan laflara dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum. Tamamen karamsar, bir o kadar da umursamaz bir bakış açısına (whatever works) sahip olsa da, ister istemez söylediklerine hak veriyorsunuz. Eğer hayatın daha renkli yönüne göz atmak isterseniz, o halde Melody'nin söylediği, bir aptaldan beklenmeyen ve Boris'i dahi şaşırtan sözlere dikkat edin.
Aslında daha fazla bahsetmek istediğim detaylar var filmle ilgili, ancak spoiler'a girer diye kısa kesiyorum ve bence spoiler değil de, film hakkında fikir sahibi olabileceğiniz, Boris'in son sahnedeki konuşmasıyla yazıyı bitiriyorum.

"I happen to hate new year’s celebrations. Everybody desperate to have fun. Trying to celebrate in some pathetic little way. Celebrate what? A step closer to the grave? That's why i can't say enough times, whatever love you can get and give whatever happiness you can filch or provide, every temporary measure of grace, whatever works and don't kid yourself, it's by no means all up to your own human ingenuity. A bigger part of your existence is luck than you'd like to admit. Christ, you know the odds of your father's one sperm from the billions, finding the single egg that made you? Don't think about it, you'll have a panic attack."

Neşeli Milis


Neşeli Milis, 2006 yılında bir araya gelmiş, pozitif müzik yapan bir reggae grubu. 2006 yılından bu yana iki demo kaydeden grup, Mert Yavru (vocal- guitar), Sarp İnceiş (Guitar-Back Vocal), Güngör Uçak (Bass-Back Vocal), Emir Celt (Drums-Back Vocal) ve Mert Karayazı'dan (Synthesizer-Sequencer) oluşuyor. Rıfat Rıfat ise saksafonuyla gruba eşlik ediyor.
27 Ocak'ta Peyote'de sahne aldılar ve performansları takdire şayandı. Reggae müzik sevmeyen, daha doğrusu bu müziği çok dinlememiş ve bilgi sahibi olmayan bir insan olmama rağmen, bir an bile sıkılmadan dinledim kendilerini. Grubun sadece müzikal anlamdaki değil, enerji anlamındaki uyumu ve samimiyetleri de yaptıkları işi güzelleştiren başka unsurlar.
Myspace adreslerinde, tavırlarını; "Enerjisini birbirlerine karsi duyduklari saf arkadaslik ve kardeslik duygusundan alan Neseli Milis, her tür pozitif, gevsek bakis açisi ve frekansi bagrina basmis, bu tutumu yaraticiliklarinin her alaninda bas ilke olarak benimseyip müziklerini ve varoluslarinin her anini gevsek manifestoyla doldurmaya and içmistir.
Yaradilisa olan saygimizi hayattan zevk alarak göstermek Neseli Milis'in var olma sebebidir." sözleriyle ifade eden grup, şarkı sözlerinde de "pozitiflik" kavramına vurgu yapıyor. Sevgi, kardeşlik, barış ve dünyanın hepimize yeteceği duygularının yanında, iki yüzlü ve tüm bu pozitif yaşam tarzına ters düşen insanlara olan öfkelerini de dışa vurmaktan kaçınmıyorlar: Hey yo madafaka bir soru sorucam/O kadar parayı götüne mi sokucan/Hey yo madafaka bir soru sorucam/Hakkımı yiyip namaza mı durucan.
"Bir dikili ağacımız yok ama gökyüzünde bulutumuz çok" diyip, mülkiyet kavramına ve bu kavramın getirdiği yozlaşma, düşmanlık ve açgözlülüğe ufak bir taş atıp, herşeyin herkese yetebileceği mesajını veren grup, "iyi olanı seç" diyerek, motto haline gelebilecek (gelmesi gereken) bir cümleye de imza atıyor.
Sanatın, toplumla olan ilişkisi ve eleştirel bakış açısının nasıl olması gerektiğini gösteren bir grup Neşeli Milis. Kimseye saldırmadan, kendi içlerindeki dinginlik ve huzurla, olan bitene karşı rahatsızlıklarını ve o dinginliğin içinde dünyanın aslında nasıl gözüktüğünü ve nasıl olması gerektiğini yine kendi tavırlarıyla ifade ediyorlar.
Konserlerine denk gelirseniz kesinlikle kaçırmayın, ayrıca kendilerini; www.myspace.com/neselimilis adresinden takip edebilirsiniz.