Salona girmeden önce ne ile karşılaşacağımı bilmemenin heyecanı vardı içimde. Bundan yaklaşık bir ay önce yine aynı yerde bir tiyatro izlemiştim. Erdem Şenocak, Pierre Riviere olarak karşıma çıkmış ve beni de kendi deliliğine sürüklemişti. Deliliğe yakın hissettiğim anlarımda hissettiğim gibi hissetmiştim. Sahnede Pierre'i aydınlatan bir ışık, yerlere tebeşir ile yazılmış yazılar vardı ve Pierre deliriyordu. Gözümün önünde her dakika, her saniye daha da deliriyordu ve ben de onunla beraber deliriyordum. Sakinliğim o karanlık koltukların arasında yerini hızlı kalp atışlarına bırakıyor, göz bebeklerim hızlı hızlı takip ediyor ve gözkapaklarım hiç kıpırdamıyordu. Pierre kendini yerden yere attıkça, sustukça, bağırdıkça ben de aynısını yapıyorum. Herşey içimde o kısa sürede, Pierre ile birlikte, aynı anda oluyordu. Sakince tiyatro izlemeye gelmiş bir insandan oyundaki karaktere bürünmüş bir deliye dönüşüyordum. Sonunda ışıklar açıldığında, o büyüleyici dünya anında, sanki bir rüyadan uyanmışçasına yok oluyor, gerçek dünyaya sakinliğe geri dönüyordum.
Erdem Şenocak işte böyle etkiledi beni. Yer yer kendisini, yer yer beni oynadığını hissettirdi, düşündürdü ve korkuttu. Sanki o ışık hiç bir zaman yanmayacakmış da, ben gerçek dünyaya dönüp, gerçek ben ile ve gerçek Erdem Şenocak ile karşılaşmayacakmışım, her şey hep öyle aynı kalacakmış gibi hissettirdi. Belki de öyle kalması daha güzel olabilirdi, bilmiyorum.
Yine aynı salondaydım ve karşımda iki salıncak duruyordu. Tebeşirlerin yerini salıncaklar almıştı belliki ama oyundaki rolleri nasıl olacaktı pek bilemedim. Sabırla bekliyordum. Sonunda ışıklar kapanıp Erdem Şenocak o mahçupluğunu seyircilerin arasında bırakıp sahneye çıktığı anda yine aynı şekilde etkileneceğimi biliyordum. Beni yine kendisi ile birlikte oyunun içine sürükleyip oyunun kahramanı yapacağını biliyordum.
Oğuz Atay'ın Tehlikeli Oyunlar'ını okumadım. O yüzden nasıl bir oyunla, nasıl bir kurguyla karşılaşacağımı bilmiyordum. Sadece Erdem Şenocak'a güveniyordum sanırım. Bir de bu oyunu kaç kere izlediğini artık sayamayan Ruken'e...
Hikmet başladı anlatmaya. O anlattıkça ben kapıldım, o üzüldükçe ben üzüldüm, o delirdikçe ben güldüm. Yalnızlığında kendimi gördüm. O deliliğe yakın hallerinde kendimi gördüm. O salonda olan herkes kendini gördü, kendine güldü. Hikmet'e değil, Hikmet gibi olmalarına güldüler. Hikmet sona yaklaştığında, sonlarının onunkine benzemesinden korktular ve sustular. Gülen yüzler, asıldı. Gözler doldu ve hüzün içten içe büyüdü ve bütün salonu sardı. Hikmet'le salıncaktan salıncağa koşan, albayımla yapılan konuşmaları takip eden ve gülen, çektiği aşk acılarında, saçmalamalarında kendilerini gören herkes sustu. Erdem Şenocak sustu. Herkes sustu. Artık herkes Hikmet olmuştu. Herkes sona gelmişti. Kimse ses çıkaramıyordu, kimse alkışlayamıyordu çünkü Hikmet yerde yatıyordu. Son çırpınışlarından sonra yerde öylece yatıyordu. Herkes de öylece oturuyordu. Büyüyü ancak Erdem Şenocak bozabilirdi. "Artık Hikmet yok, siz varsınız, kendinize gelin." Bir tek o diyebilirdi. Bu yüzden ayağa kalktı, selam verdi. Herkes o iki saatlik büyüden bir anda sıyrıldı. Hipotize edilmiş insanları bir parmak sesiyle uyandırmak gibi.
Erdem Şenocak ve Oğuz Atay bizi iki saat boyunca hipnotize etmişti. Bilinçaltımızı orada bulunan herkesin önüne sermişti ve bir parmak işareti ile de sona erdirmişti.
Eğer siz de Erdem Şenocak tarafından hipnotize edilip, büyülenmek, Hikmet'in dünyasına girip kendi dünyanızı da görmek istiyorsanız;
http://www.tehlikelioyunlar.net/ ten oyun tarihlerini takip edebilirsiniz.
Mart ayında da oynayacaklar.